28 Ağustos 2015 Cuma

Nereden nereye...

Ben daha ilkokula başlamadan rahmetli dayıcığım sayesinde okuma yazmayı öğrenmiştim. Herkes ilk gün zır zır ağlar, ortalığı birbirine katarken, ben kapı aralığından bana bakan anneme kimse görmeden git diye işaret ediyordum. Birkaç gün sonra dayanamayıp öğretmenimin yanına gidip kulağına sessizce “Ben okuyabiliyorum.” demiştim. Emekliliğine gün sayan, okulun en yaşlı bayan öğretmeni yüzüme bakmış ve bana gülmüştü. O gün kendisi sayfalar dolusu yazmış, ben okumuştum. Kızamık ve üstüne suçiçeği çıkarınca bir ay kadar okula gidememiştim. Öğretmenim anneme bir zarf içinde kurdelemi vermiş eve yollamıştı. Sınıfta ilk kırmızı kurdeleyi evde de olsa ben takmıştım :) Ne çok sevinmiştim.

O zamanlar her sınıf coşar, eğlenirdi. Biz öğretmenimiz yorulmasın diye hep sınıfta oturur kitap okurduk, sonra özet çıkarırdık. Pikniklere gidilirdi, tören provaları yapılırdı, biz sınıfta oturur, çalışırdık. Çarpım tablosunu yazmadığımız kağıt kalmazdı. Sarı saman defter sayfaları vardı o zaman. Paket kağıtları, ekmeğe sarılan fırın kağıtları. Arap yazısı gibi hiç boş yer kalmayacak kadar yazardım ben de. Önlüğümü çıkarmadan ödevlerimi bitiririm. Arada öğretmenim bana bakar, “Çatma kaşlarını, iz kalacak ilerde” derdi. Hala aklıma gelir iz var mı diye bakarım aynada kendime.

Celal Öğretmenim 
4.sınıfa başladığımız gün öğretmenimizin emekli olduğu ve bizlerin diğer sınıflara dağıtılacağı söylendi. Ben ve diğer 3 arkadaşım okulun en çok korkulan, elinde gerçek bir kızılcık sopasıyla dolaşan öğretmeni Celal Bey’in sınıfına düştük. Bir hafta boyunca ağladığımı, yüzümün göz yaşımdan tahriş olduğunu hatırlıyorum. Bizi mum gibi bizi sınıf tahtasının önüne dizdiler. İsimlerimizi söylediler. “Haydi bakalım şimdi arkadaşlarınızı aranıza alın” dediler. Kimse istekli olmamıştı ve en arka sıraya oturmuştum. Sınıfın ve belki de okulun "temiz olmayan" bir öğrencisi sıra arkadaşımdı. Maalesef bir kaç gün sonra da bitlendim. 

Birkaç gün sonra öğretmen, çarpım tablosunu hatırlatmak üzere sınıfta tur atmaya başladı.  Herkesi kaldırıyor birkaç soru soruyor, duruma göre ilerliyordu.  Hiç unutmam sınıfın en iyisini kaldırmış (Pınar), yalnızca 2x2’yi sormuştu. Herkes gülmüştü. Ben sinirlenmiştim. Nihayet sıra bana geldiğinde Celal öğretmenim ne sorduysa bilmiştim, kolaylar zorlar hepsi tamamdı. O kadar tekrarı zamanında en çok biz yapmıştık. Sonuç olağandı. Teneffüste birçok arkadaş yanıma gelip istersem beni kendi “küme”lerine alabileceklerini söylediler. O zamanlar küme çalışmaları yapılırdı. Bende FIRTINA kümesine geçmeyi kabul etmiştim. 

Rahmetli  Haluk dayıcığım
4. ve 5. Sınıf çok güzel geçti. Mezun olurken Celal öğretmenimden ayrılacağız diye yine çok ağladım. Kendisine sevgimi anlatan bir "özel" mektup verdiğim de doğrudur. Öğretmenim, beni ve diğer birkaç arkadaşımı hafta sonları dahil olmak üzere hep çalıştırdı. Ayrıca Şükrü Korman isimli bir özel öğretmenden şimdi oturduğum mahallede hafta sonları ders aldım. Bazen anlamaz, yapamaz, hüngür hüngür ağlardım. O zaman imdadıma yine dayıcığım yetişir, beni çalıştırırdı. Yakın bir geçmişte, Şükrü Bey'i facebook'ta buldum. Kendisine teşekkürlerimi bunca sene sonra edebildim.

Böyle bir yaz sıcağında bir gün evde oyuncaklarımla oynarken evde bir bayram havası esmeye başladı. Alt komşumuzun oğlu, Tayfun abi,  Karaköy taraflarından bir akşam gazetesi almış bakmış ve benim Galatasaray’ı kazandığımı müjdeliyordu. Havalara atıyorlardı beni. Ben şaşkın şaşkın olayı anlamaya çalışıyordum. Hatta yerde bir şeyler ile oynadığımı, puzzle olabilir :), gürültüden ve karmaşadan canımın sıkıldığını hatırlıyorum. O gece Bostancı’ya sahile indik. Geç bir saat olmasına rağmen dondurma yememe müsaade etmişlerdi. Herkes, uzaktan bana ve dayıma “Cim Bom Bom” diye bağırıyor, el sallıyorlardı. İnsanlar mutlu olduğuna göre bu güzel bir şey olmalıydı. Bunu tasavvur edemeyecek kadar küçüktüm. O sene okul tarihinde ilk defa aynı sınıftan 3 öğrenci ,ben, Pınar Turan ve Kıvanç Demirel, ha birde Şükrü Bey'in grubundan sevgili Bora Eliaçık da Galatasaray Lisesi’ni kazandık. Aynı dönem okul kazanan başka bir öğrenci olmadı.  Tercihlerimi kim yaptı, nasıl yaptı, kaçıncı okulu tutturdum hiç sormadım.


Her şey iyi güzel olmasına rağmen bazı sorunlar vardı. Evde kimse Fransızca bilmiyordu. Okul Avrupa yakasındaydı. Ben yemek yemeyen, nazenin, yol tutan bir çocuktum. Evet TURSAN falan da yoktu. Annem ve babam boğazları düğümlenerek de olsa benim yatılı okumama karar verdiler. Evin prensesi için bu zor ama mantıklı bir çözümdü. O dönem “Yatılı Kızlar” serisini okuyordum. Ata binerler, kayak kaymaya giderler, piyano çalarlar, okulları bir şatodur… Neşe içinde bu teklifi kabul ettim.
Yaz tatili sonunda 5.sınıfı bitirmiş 16 minicik kız olarak biz, şimdi yanmış olan o kocaman saray binasında okula başladık. Sonradan istesen de belini kıvıramadığın siyah jilelerimiz, siyah çoraplarımız, bebe yaka gömleklerimiz ile küçük rahibeler gibiydik. Şimdiki öğrencilerimin rengarenk hallerine bazen bakıp gülüyorum. Değil saçımız açık gezmek, toplanmıyor diye kısacık kestirmek zorunda kalırdık.Aramızda Tekirdağ, Antalya,Eskişehir gibi uzak şehirlerden gelenler vardı. Bizler cumaları evci çıkarken onlar daimi yatılı olarak okulda kalırlardı. 

Okul başlamadan ihtiyaç listesini almıştık. Annem bir kırmızı çeyiz kurdelesine sarmamıştı sanki benim eşyalarımı okula götürürken. İlk günün akşamında herhangi bir yerden almak yerine, ki o zaman penye türü kumaş sanırım üretilmiyordu, özenle dikilmiş sarı beyaz pötikareli (petit carré :) yakası, kol manşetleri ve ayak bileklerinde fisto !!! olan pijamam, her hangi bir terlik yerine Kadıköy Bahariye’de bulunan dönemin en popüler çocuk ayakkabıcısı NU BEBE’den alınmış kırmızı rugan terliklerimle lamba gibi parlıyordum. Birkaç büyük abla beni parmakla göstererek dalga geçmişti. Bu kadar olsa iyi, nevresimlerim yine elde dikilmiş ismimin baş harfleri özenle işlenmişti. Aradan otuz küsur sene (1983-2015) geçti, hala bir yerlerde durur ve kullanılırlar. Şişe dediler, su şişesi. O zaman pet şişe de yok. Bu durumda evdeki en güzel viski şişesi temizlenmiş, yıkanmış ve bana tahsis edilmişti.
Yatağım, 3.katta bayrağın sol tarafındaki ters
U harfi gibi olan pencerenin yanında idi.

Tüm bu güzelliklerin yanında bir devlet okulu dinamiğinde, gıcırdayan tahta bir zeminde, aç martıların sabaha karşı çıkardıkları onca vahşi sesler içinde, hala giremediğim tümü alaturka olan tuvaletlerin varlığında, çok sonradan alıştığım tuhaf yemeklerin tadında, bulaşıkhaneden gizlice çalarak saçlarımızı yıkadığımız sıcak suyun buharında 7 mutlu sene geçirdim ben. Değil cep telefonu evimizde bile telefon yoktu. Cep harçlığımın yanında ayrıca jeton alırdı babam bana. Çarşamba günleri onu iş yerinden arardım. Bazı kızsal !!! meselelerimi anneme anlatacak anları yakalamak çok zor oldu tabi bu hayatın karmaşasında. Bir gece hiç bir arkadaşım uyanmadığı ve tuvalete kadar bana eşlik etmediği için ıslak bir yatakta uyumak zorunda kaldım :) Ertesi gün eve ne şekilde haber verdiğimi hatırlamıyorum ama annem derhal gelmiş ve olayı halletmişti. Okul numaram (560) küçük olduğu için yıllarca deniz kenarındaki yatakta yattım. Boğaz vapurları neredeyse yatağımın altından geçerdi. Bir gün okul bahçesinde oynarken balıkçı olan küçük dayımı denizde gördüm. Az kalsın tuttuğu lüferlerden birini bana atacaktı. Denize kaçan topları almak ise ayrı bir çaba ve beceri gerektiriyordu. Her öğlen futbol maçı yapan sınıfımızın erkeklerinin bu konuda uzmanlık mertebesine ulaştığını bizler hiç unutmayız. 

İlk Mc Donald’s Taksim’e açıldığında günlerce defterime acıktıkça BigMac resmi çizdim. Haklarını asla ödeyemeyeceğim sınıfımızın gündüzlü erkekleri o zamanlar çok defa gider okul çıkışı bize birer menü alıp getirirlerdi.

Mc Donalds 1986

Her cuma akşamı evime gelir, hafta sonunu ailem ile geçirir, gelecek haftanın derslerini önceden çalışırdım. Çalışma defterlerim hala durur. Müsvette olduğuna asla inanamazsınız. Arzu edenlere gösterebilirim. Sonrasında hafta içi rahat eder, herkesi tek tek veya sınıfça ders çalıştırırdım. Yani farkında olmadan öğretmenliğe başlamıştım.









                                                                                          Bir de 1987 senesinde yağan o meşhur karı unutamam. Evden kimse gelip beni alamamıştı. Ben gece sadece daimi yatılılar ile sabahlamış, hepimiz soğuktan neyimiz varsa gerçek bir lahana gibi her şeyimizi giymiştik. Ertesi günün öğleden sonralarında yine rahmetli dayıcığım gelip beni okuldan almış, akşam vakti eve vardığımda bayram havası esmişti.  



1987 kışı






https://youtu.be/aBma4THtvvA?si=v8yfcDk8zzkAzpYp

Fransızca maceramız ise çok zorlu başlamıştı. Meğer kullanacağımız defteri ve kalemi tarif eden ilk fransız öğretmenimiz Monsieur Conseil, ısrarla anlamadığımızı görünce yan sınıfın öğretmenini çağırmak zorunda kalmıştı. Daha gencecik bir öğretmen Sabriye Hanım, sıcacık yüreği, güler yüzü ile 3 sene Fen derslerimizin ayrı bir tadıydı. Türkçe öğretmenimiz Zekeriya Bey ise hayat mücadelesindeki sorunları ile çocuk ruhumuzu alt üst ederdi. Bir de Cumhur hocamız vardı, spor öğretmeni. Neden bilmem çok ürkerdim ondan. Zaten pek de meyilli değildim. Kasadan atlamak benim harcım değildi. Hiç unutmam bir hafta amuda kalkmaktan sözlü notu alacaktık. Tüm akşam etütlerinde amut çalıştık. Durup durup duvardan destek alarak iki kol üzerinde tepetaklak dönüyorduk. Kaç yüz defa yaptığımı bilmiyorum. Nihayetinde bir haller oldu ve rahatsızlandım. Ters durmaktan vücut ritmimi bozmuşum. Bunun yanında hepimiz süper köprü kurardık.
Genç kızlık ile beraber nihayet okulun dışında da bir hayat olduğunu fark etmemiz biraz geç oldu. Kızlı erkekli bir grup olarak her şeyi beraber yaşamış, öğrenmiştik. Başkalarına ihtiyaç çok daha sonra zamanlarda aklımıza dank etti. Ortaköy’e kaçarak gitmek, bir çay içip, midye tava yemek sonra arka kapıdan okula girmek adrenalinin tavan yaptığı zamanlardı. Okulun hemen yanında olan Kabataş Lisesi'nin zamane erkekleri ile okul çıkış saatlerimiz denk gelmemesine rağmen Yıldız Parkı'nın oralarda az köşe kapmaca oynamadık. Bu arada 11.sınıfta gündüzlü olmak nihayet aklıma geldi ve her gün İdealtepe'den okula zevkle gidip geldim. Beşiktaş'ta vapurdan indiğim ve arkadaşlarımla beraber okula kadar sabah serinliğinde yürüdüğüm o günlerin kokusunu bazen yine duyarım.  

Son sene yani 12. Sınıfta Beyoğlu binasına geçince biraz dengelerimiz bozulsa da biz yine kendi geçmişimizi 11 KEŞ A olarak anarız. Keş derken, okulun asla gidilmeyecek en ücra, en  pis köşesinde yer alan bir kömürlükte öğlen teneffüslerinde saklanarak sigara tüttürmekten kalma bir tabirdir.Tabi Beyoğlu’nun büyülü havası, son sınıfın laçkalığı, o sene bizi o filmden bu filme, şu sinemadan bu tiyatroya sürükledi durdu. Dirty Dancing’i en az on defa izlemiştim.Yemediğimiz kadar BigMc, pizza, goralı, kebap o sene yenmiştir.
                


Serbest kıyafet, serbest zaman her şey serbest derken bir fen matematik öğrencisi olan bana bu kadar özgürlük fazla geldi. Düzenim bozuldu. Öncesinde gezmiş ve başka bir okulda asla okumam diyerek Boğaziçi Üniversitesi’ni seçmiştim. Ama fransızcadan o zamanlar ismi ÖYS olan sisteme mantık olarak bir türlü geçemedim. Sağ olsun fransızlar siyah mürekkepli kalemle defter tuttururlar, milimetrik kağıtlarda çizim yaptırırlar, renkli kalemler ile boyatırlardı. "Acceleration" kelimesinin "ivme" olduğunu öğrenmem çok sonraki zamanlara rastlar. Hayatımdaki ilk başarısızlığım ile üniversiteyi kazanamadığım gün karşılaştım. Bir hafta kadar odamdan çıkmadım. Bir daha onca şeyi nasıl çalışacağım diye üzülüyordum, ama tüm sene hafta içi MEF dershanesine okul gibi giderek aslında Fransız sisteminde öğrendiklerim ile ÖYS'nin alakası olmadığını geç de olsa anladım. Tek okul tercihi ile risk almıştım, aynı kumarı artık kaybetme lüksüm olmamasına rağmen yine oynadım. Ama bu sefer olayı kafamda çözmüştüm, olmaması için bir sebep yoktu. Sınava girdim. Tüm soruları biliyordum. Çözdüm. Tercihlerimi kendim yaptım. Boğaziçi Ün. Eğitim Fakültesi Matematik Öğretmenliği Bölümünü 3.tercihim olarak kazandım.




Ben çok çalışarak, azmederek, hedef koyarak dönemin en iyi okulundan birini kazanmıştım. Ama etrafımda benim kadar zorlanmadan o bölümü kazananlar sayıca çoktu. Matematik ki en sevdiğim dersti, bir anda karmakarışık soyut bir aleme dönüştü. 3 aya kadar alışırsınız diyordu bir hocamız ben hiç alışamadım. 100 üzerinden 4 aldığım bir sınavım vardı. Bazen öğrencilerime anlatıyorum. Çok hoşlarına gidiyor. Eğitim derslerim ortalamamı yükseltiyordu. Bostancı’dan Hisarüstü’ne minibüs ile Kadıköy, vapur ile Beşiktaş sonra otobüs ile (43R, 559R) okul olmak üzere beş buçuk sene gittim geldim. Güney kampüs çimlerinde keyif yapamadım, vaktimi boşa harcayacak zamanım hiç olmadı. Evim uzaktı. Derslerim ağırdı. O dönem özel ders vermeye başladım. O kadar çok öğrencim vardı ki, sürümden kazanıyordum. Ailede herkesten iyi bir durumdaydım. Zorda kalan benden borç alıyordu.

Galatasaray’da başta ve sonda 2 sene hazırlık, Boğaziçi’nde bir sene Proficiency sevdası (AA ile geçmiştim:) ve sonrasında yarım dönem okulu uzatmam ile beraber yaşıtlarımdan tam 4 sene sonra mezun olabildim. Bundan hiçbir zaman yerinmedim aksine çok faydasını gördüm. Hiçbir zaman iş aramadım. Çalışmak istediğim her yerden kabul alınca, seçilmek yerine seçmek lüksümü kullandım.

Stajyer öğretmenliğimi yaptığım okulda tüm lise 34 öğrenciden oluşuyordu, okulun tek matematik öğretmeni bendim. O seneyi henüz tamamlamadan doğru yerde olmadığımı hissetmiş ve bir arayış içerisine girmiştim. İki okul arasında tercih yapacaktım. Diğeri Kocaeli sınırları içinde diye yoldan gözüm korkmuştu, çok saygıdeğer Bekir Erdem Bey, “Neden TED İstanbul?” diye sorduğunda “Kendimi burada mutlu,özgür ve yuvamda hissedeceğime inanıyorum” demiştim. Beykoz’da yeşil yuva hikayem 1999 yılında henüz ilkokul, şimdiki ortaokul ve lise binası yokken anaokulunun bir odasında attığım imza ile yazılmaya başladı. Hatta okulu Collesium binası sandığım ve orada indiğimde doğrudur. 

1999 depreminin ertesi sabahı, 17 ağustos günü seminer dönemi başlayacağı önceden açıklanmıştı. Ben işime olan saygımdan, o sabah ne şekilde bilmiyorum, Ortaköy Princess otele gittiğimi ve eğitimcimiz Prof. İpek Gürkaynak’tan fırça yediğimi hatırlıyorum.  Birkaç hafta sonra ünlü tarihçi Cemal Kutay okul açılışımızı yaptığında daha sınıflarda tahta yoktu. O gün yine 5.8 şiddetinde bir deprem olunca, okul 4 Ekim’e kadar açılmadı. Ama bu arada tüm eksikler tamamlandı. 

O gün bugün her okul açılışında heyecanlanırım. Yıllar içinde sonradan takibini kaçırdığım sayıda öğrencilerim oldu. Hala bir çoğu ile görüşürüz. Çok sayıda öğretmen arkadaşım ile beraber çalışma fırsatı elde ettim. Yöneticilerim ile aynı şekilde sevgi ve saygı içinde bugünlere kadar geldim. 2001 yılında evlendim. 2006 senesinde okulda hamile popülasyonu arttığında sevgili Gülen hocam bizi uzaktan gördüğünde “Gidin, gidin doğurun gelin, gözüme gözükmeyin!!!” diye az bağırmadı arkamızdan :)  Fatma, Özen, ben, Nilüfer, Buket, Banu hepimiz birer ay ara ile bebek sahibi olduk. 


O dönem bölüm odamız olmadığı için küçük ofis odalarında barınıyorduk. 
Nilüfer ile benim koca göbeklerimizden odada yer kalmıyordu. Rahmetli Hülya hocamın camının içinde turşu kavanozumuz ve mandalinalarımız dururdu. Zor anda gider nefsimizi körlerdik. Ben 3 ay önde olduğum halde Nilüfer’in içi yanardı. Kaç kat aşağı yemekhaneye inip ona buzlu su getirdiğimi hep hatırlarım.












Bölüme o sene yeni gelen Emre hocam daha ne olduğunu anlamadan 31 saat derse girmiş bir güne bir gün serzenişte bulunmamıştı. Ona olan gönül borcumu oğluma ismini vererek bir anlamda kendime ödedim. Emre’nin bir anlamı da “dost” demektir. 10 senedir beraber çalışıyoruz ama bir ömür görüşeceğimizi biliyorum. Oğlumu da 3 buçuk yaşında TED'li yaptım. 




“Hotel California” şarkısını herkes bilir. Şarkının sonunda şöyle bir söz vardır: " You can check-out any time you like but you can never leave, istediğiniz zaman buradan çıkış yapabilirsiniz ama ayrılamazsınız"  Böyle bir hüzünlü son değil elbet isteğim ama benimde sanırım bu okula, bu kuruma bir gönül bağım var. 5,10 derken 2014 yılında 15.yıl plaketimi aldım. 

Bu sene kurumda 18. yılımı çalışıyorum.


10.yıl plaketim - 2009
15.yıl plaketim - 2014


















Her sınıfta, her koridorda her köşesinde anılarım var. Karanlıkta bile nerede olduğumu bilirim. Çok kişi sordu hayatımda “O kadar iyi okulları bitirmişsin niye öğretmenlik yapıyorsun?” diye. Ben başka hiçbir meslekte mutlu olamazdım.Branş konusunda belki güzel sanatlara veya edebiyata yönelirdim ama mutlaka öğretmen olurdum.Bazıları için korkulan, sevilmeyen, tercih edilmeyen matematik bence resimde görüldüğü kadar renkli. Öğrenciye bu güveni vermek, elinden tutmak, bazen arkasında durmak, hatasını düzeltmek ve yüreklendirmek ise işin sırrı.



Öğrenciye bir şey anlatmak, öğretmek değil önce ruhuna dokunmakta maharet. O göz bebeğinin içini aydınlatabilmek. Başını önüne eğerken kaldırıp hep öyle tutabilmek. Sevmek ve karşılıksız sevilmek. Paylaşmak, paylaştıkça çoğalmak. Ve her gün yeni bir şey öğrenmek, öğretirken öğrenmek...

Bu hislerimi benimle paylaşan tüm eğitimci arkadaşlarıma sağlıklı ve başarılı bir yıl diliyorum.



2016 - 2017 yılı 5A sınıfı, RUH VİTAMİNLERİM

9 yorum:

  1. Devamını bekliyoruz Feyza Hocam...👏🏻💐

    YanıtlaSil
  2. Harika bir yazı olmuş hocam!!! Tebrik ediyorum bu güzel paylaşım için! :)

    YanıtlaSil
  3. That was beautiful, Feyza. It was a wonderful topic for a first post on your blog. I am so pleased that you shared your memories with us. You wrote so well that I felt like I was there with you. I am looking forward to your next post.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Thank you Aisha, I'll try to do my best for the coming ones ;)

      Sil
  4. Nasıl güzel nasıl duygu dolu ����Öğret-men olabilmek de derinlik meselesi, duygu derinliği olmadan küçücük yüreklere nasıl dokunur ki insan? Bilgiyle savaşmayı değil barışmayı, biliyorum dediği yerde durup düşünüp yeniden başlamayı, ders zili çaldığında koşa koşa sınıfta hazır olmayı, öğretmeni üzülmesin acaba nerede eksik bıraktım demesin diye daha fazla çabalayıp bir soru daha çözebilmesini sağlamayı nasıl öğretir ki insan. Sizin gibi öğretmenler idealistler öyle az ki Feyza Hocam emeğinize yüreğinize sağlık, nice öğretim yıllarınız olsun kucak dolusu sevgiler ❤️❤️

    YanıtlaSil

Voilà Monsieur Conseil ❤️💛

Sene 1983, Eylül ayı. 11 yaşında mini minnacık, narin bir kız çocuğusunuz. İstanbul'da oturuyorsunuz ama okulunuz karşıda, Avrupa yakası...