
O zamanlar her sınıf
coşar, eğlenirdi. Biz öğretmenimiz yorulmasın diye hep sınıfta oturur kitap
okurduk, sonra özet çıkarırdık. Pikniklere gidilirdi, tören provaları
yapılırdı, biz sınıfta oturur, çalışırdık. Çarpım tablosunu yazmadığımız kağıt
kalmazdı. Sarı saman defter sayfaları vardı o zaman. Paket kağıtları, ekmeğe sarılan
fırın kağıtları. Arap yazısı gibi hiç boş yer kalmayacak kadar yazardım ben de. Önlüğümü çıkarmadan ödevlerimi bitiririm. Arada
öğretmenim bana bakar, “Çatma kaşlarını, iz kalacak ilerde” derdi. Hala aklıma
gelir iz var mı diye bakarım aynada kendime.
![]() |
Celal Öğretmenim |

![]() |
Rahmetli Haluk dayıcığım |
Böyle bir
yaz sıcağında bir gün evde oyuncaklarımla oynarken evde bir bayram havası
esmeye başladı. Alt komşumuzun oğlu, Tayfun abi, Karaköy taraflarından bir akşam gazetesi
almış bakmış ve benim Galatasaray’ı kazandığımı müjdeliyordu. Havalara
atıyorlardı beni. Ben şaşkın şaşkın olayı anlamaya çalışıyordum. Hatta yerde bir şeyler ile oynadığımı, puzzle olabilir :), gürültüden ve karmaşadan canımın sıkıldığını hatırlıyorum. O gece Bostancı’ya sahile indik. Geç bir saat olmasına rağmen
dondurma yememe müsaade etmişlerdi. Herkes, uzaktan bana ve dayıma “Cim Bom Bom” diye bağırıyor,
el sallıyorlardı. İnsanlar mutlu olduğuna göre bu güzel bir şey olmalıydı. Bunu
tasavvur edemeyecek kadar küçüktüm. O sene okul tarihinde ilk defa aynı sınıftan
3 öğrenci ,ben, Pınar Turan ve Kıvanç Demirel, ha birde Şükrü Bey'in grubundan sevgili Bora Eliaçık da Galatasaray Lisesi’ni kazandık. Aynı dönem okul kazanan başka bir
öğrenci olmadı. Tercihlerimi kim yaptı, nasıl yaptı, kaçıncı okulu tutturdum
hiç sormadım.

Yaz tatili sonunda 5.sınıfı
bitirmiş 16 minicik kız olarak biz, şimdi yanmış olan o kocaman saray binasında
okula başladık. Sonradan istesen de belini kıvıramadığın siyah jilelerimiz, siyah çoraplarımız, bebe yaka gömleklerimiz ile küçük rahibeler gibiydik. Şimdiki öğrencilerimin rengarenk hallerine bazen bakıp gülüyorum. Değil saçımız açık gezmek, toplanmıyor diye kısacık kestirmek zorunda kalırdık.Aramızda Tekirdağ, Antalya,Eskişehir gibi uzak şehirlerden gelenler vardı. Bizler cumaları evci çıkarken onlar daimi yatılı olarak okulda kalırlardı.
Okul
başlamadan ihtiyaç listesini almıştık. Annem bir kırmızı çeyiz
kurdelesine sarmamıştı sanki benim eşyalarımı okula götürürken. İlk günün
akşamında herhangi bir yerden almak yerine, ki o zaman penye türü kumaş sanırım
üretilmiyordu, özenle dikilmiş sarı beyaz pötikareli (petit carré :) yakası,
kol manşetleri ve ayak bileklerinde fisto !!! olan pijamam, her hangi bir
terlik yerine Kadıköy Bahariye’de bulunan dönemin en popüler çocuk ayakkabıcısı
NU BEBE’den alınmış kırmızı rugan terliklerimle lamba gibi parlıyordum. Birkaç
büyük abla beni parmakla göstererek dalga geçmişti. Bu kadar olsa iyi,
nevresimlerim yine elde dikilmiş ismimin baş harfleri özenle işlenmişti. Aradan
otuz küsur sene (1983-2015) geçti, hala bir yerlerde durur ve kullanılırlar.
Şişe dediler, su şişesi. O zaman pet şişe de yok. Bu durumda evdeki en güzel
viski şişesi temizlenmiş, yıkanmış ve bana tahsis edilmişti.
![]() |
Yatağım, 3.katta bayrağın sol tarafındaki ters U harfi gibi olan pencerenin yanında idi. |
Tüm bu güzelliklerin yanında bir devlet okulu dinamiğinde, gıcırdayan tahta bir zeminde, aç martıların sabaha karşı çıkardıkları onca vahşi sesler içinde, hala giremediğim tümü alaturka olan tuvaletlerin varlığında, çok sonradan alıştığım tuhaf yemeklerin tadında, bulaşıkhaneden gizlice çalarak saçlarımızı yıkadığımız sıcak suyun buharında 7 mutlu sene geçirdim ben. Değil cep telefonu evimizde bile telefon yoktu. Cep harçlığımın yanında ayrıca jeton alırdı babam bana. Çarşamba günleri onu iş yerinden arardım. Bazı kızsal !!! meselelerimi anneme anlatacak anları yakalamak çok zor oldu tabi bu hayatın karmaşasında. Bir gece hiç bir arkadaşım uyanmadığı ve tuvalete kadar bana eşlik etmediği için ıslak bir yatakta uyumak zorunda kaldım :) Ertesi gün eve ne şekilde haber verdiğimi hatırlamıyorum ama annem derhal gelmiş ve olayı halletmişti. Okul numaram (560) küçük olduğu için yıllarca deniz kenarındaki yatakta yattım. Boğaz vapurları neredeyse yatağımın altından geçerdi. Bir gün okul bahçesinde oynarken balıkçı olan küçük dayımı denizde gördüm. Az kalsın tuttuğu lüferlerden birini bana atacaktı. Denize kaçan topları almak ise ayrı bir çaba ve beceri gerektiriyordu. Her öğlen futbol maçı yapan sınıfımızın erkeklerinin bu konuda uzmanlık mertebesine ulaştığını bizler hiç unutmayız.
İlk Mc Donald’s Taksim’e açıldığında günlerce defterime acıktıkça BigMac resmi çizdim. Haklarını asla ödeyemeyeceğim sınıfımızın gündüzlü erkekleri o zamanlar çok defa gider okul çıkışı bize birer menü alıp getirirlerdi.
Mc Donalds 1986
Her cuma akşamı evime gelir, hafta sonunu ailem ile geçirir, gelecek haftanın derslerini önceden çalışırdım. Çalışma defterlerim hala durur. Müsvette olduğuna asla inanamazsınız. Arzu edenlere gösterebilirim. Sonrasında hafta içi rahat eder, herkesi tek tek veya sınıfça ders çalıştırırdım. Yani farkında olmadan öğretmenliğe başlamıştım.

Bir de 1987 senesinde yağan o meşhur karı unutamam. Evden kimse gelip beni alamamıştı. Ben gece sadece daimi yatılılar ile sabahlamış, hepimiz soğuktan neyimiz varsa gerçek bir lahana gibi her şeyimizi giymiştik. Ertesi günün öğleden sonralarında yine rahmetli dayıcığım gelip beni okuldan almış, akşam vakti eve vardığımda bayram havası esmişti.
https://youtu.be/aBma4THtvvA?si=v8yfcDk8zzkAzpYp

Son sene yani 12. Sınıfta Beyoğlu binasına geçince biraz dengelerimiz bozulsa da biz yine kendi geçmişimizi 11 KEŞ A olarak anarız. Keş derken, okulun asla gidilmeyecek en ücra, en pis köşesinde yer alan bir kömürlükte öğlen teneffüslerinde saklanarak sigara tüttürmekten kalma bir tabirdir.Tabi Beyoğlu’nun büyülü havası, son sınıfın laçkalığı, o sene bizi o filmden bu filme, şu sinemadan bu tiyatroya sürükledi durdu. Dirty Dancing’i en az on defa izlemiştim.Yemediğimiz kadar BigMc, pizza, goralı, kebap o sene yenmiştir.
Ben çok çalışarak, azmederek, hedef koyarak dönemin en iyi okulundan birini kazanmıştım. Ama etrafımda benim kadar zorlanmadan o bölümü kazananlar sayıca çoktu. Matematik ki en sevdiğim dersti, bir anda karmakarışık soyut bir aleme dönüştü. 3 aya kadar alışırsınız diyordu bir hocamız ben hiç alışamadım. 100 üzerinden 4 aldığım bir sınavım vardı. Bazen öğrencilerime anlatıyorum. Çok hoşlarına gidiyor. Eğitim derslerim ortalamamı yükseltiyordu. Bostancı’dan Hisarüstü’ne minibüs ile Kadıköy, vapur ile Beşiktaş sonra otobüs ile (43R, 559R) okul olmak üzere beş buçuk sene gittim geldim. Güney kampüs çimlerinde keyif yapamadım, vaktimi boşa harcayacak zamanım hiç olmadı. Evim uzaktı. Derslerim ağırdı. O dönem özel ders vermeye başladım. O kadar çok öğrencim vardı ki, sürümden kazanıyordum. Ailede herkesten iyi bir durumdaydım. Zorda kalan benden borç alıyordu.

Galatasaray’da başta ve sonda 2 sene hazırlık, Boğaziçi’nde bir sene Proficiency sevdası (AA ile geçmiştim:) ve sonrasında yarım dönem okulu uzatmam ile beraber yaşıtlarımdan tam 4 sene sonra mezun olabildim. Bundan hiçbir zaman yerinmedim aksine çok faydasını gördüm. Hiçbir zaman iş aramadım. Çalışmak istediğim her yerden kabul alınca, seçilmek yerine seçmek lüksümü kullandım.
Stajyer
öğretmenliğimi yaptığım okulda tüm lise 34 öğrenciden oluşuyordu, okulun tek
matematik öğretmeni bendim. O seneyi henüz tamamlamadan doğru yerde
olmadığımı hissetmiş ve bir arayış içerisine girmiştim. İki okul arasında
tercih yapacaktım. Diğeri Kocaeli sınırları içinde diye yoldan gözüm korkmuştu,
çok saygıdeğer Bekir Erdem Bey, “Neden TED İstanbul?” diye sorduğunda “Kendimi
burada mutlu,özgür ve yuvamda hissedeceğime inanıyorum” demiştim. Beykoz’da
yeşil yuva hikayem 1999 yılında henüz ilkokul, şimdiki ortaokul ve lise binası
yokken anaokulunun bir odasında attığım imza ile yazılmaya başladı. Hatta okulu Collesium binası sandığım ve orada indiğimde doğrudur.
1999 depreminin ertesi sabahı, 17 ağustos günü seminer dönemi başlayacağı önceden açıklanmıştı. Ben işime olan saygımdan, o sabah ne şekilde bilmiyorum, Ortaköy Princess otele gittiğimi ve eğitimcimiz Prof. İpek Gürkaynak’tan fırça yediğimi hatırlıyorum. Birkaç hafta sonra ünlü tarihçi Cemal Kutay okul açılışımızı yaptığında daha sınıflarda tahta yoktu. O gün yine 5.8 şiddetinde bir deprem olunca, okul 4 Ekim’e kadar açılmadı. Ama bu arada tüm eksikler tamamlandı.
1999 depreminin ertesi sabahı, 17 ağustos günü seminer dönemi başlayacağı önceden açıklanmıştı. Ben işime olan saygımdan, o sabah ne şekilde bilmiyorum, Ortaköy Princess otele gittiğimi ve eğitimcimiz Prof. İpek Gürkaynak’tan fırça yediğimi hatırlıyorum. Birkaç hafta sonra ünlü tarihçi Cemal Kutay okul açılışımızı yaptığında daha sınıflarda tahta yoktu. O gün yine 5.8 şiddetinde bir deprem olunca, okul 4 Ekim’e kadar açılmadı. Ama bu arada tüm eksikler tamamlandı.
O gün bugün her okul açılışında heyecanlanırım. Yıllar içinde sonradan takibini kaçırdığım sayıda öğrencilerim oldu. Hala bir çoğu ile görüşürüz. Çok sayıda öğretmen arkadaşım ile beraber çalışma fırsatı elde ettim. Yöneticilerim ile aynı şekilde sevgi ve saygı içinde bugünlere kadar geldim. 2001 yılında evlendim. 2006 senesinde okulda hamile popülasyonu arttığında sevgili Gülen hocam bizi uzaktan gördüğünde “Gidin, gidin doğurun gelin, gözüme gözükmeyin!!!” diye az bağırmadı arkamızdan :) Fatma, Özen, ben, Nilüfer, Buket, Banu hepimiz birer ay ara ile bebek sahibi olduk.
O dönem bölüm odamız olmadığı için küçük ofis odalarında barınıyorduk.
Nilüfer ile benim koca göbeklerimizden odada yer kalmıyordu. Rahmetli Hülya hocamın camının içinde turşu kavanozumuz ve mandalinalarımız dururdu. Zor anda gider nefsimizi körlerdik. Ben 3 ay önde olduğum halde Nilüfer’in içi yanardı. Kaç kat aşağı yemekhaneye inip ona buzlu su getirdiğimi hep hatırlarım.

Bölüme o
sene yeni gelen Emre hocam daha ne olduğunu anlamadan 31 saat derse girmiş bir
güne bir gün serzenişte bulunmamıştı. Ona olan gönül borcumu oğluma ismini
vererek bir anlamda kendime ödedim. Emre’nin bir anlamı da “dost” demektir. 10 senedir beraber çalışıyoruz ama bir ömür görüşeceğimizi biliyorum. Oğlumu da 3 buçuk yaşında TED'li yaptım.
“Hotel California” şarkısını herkes bilir. Şarkının sonunda şöyle bir söz vardır: " You can check-out any time you like but you can never leave, istediğiniz zaman buradan çıkış yapabilirsiniz ama ayrılamazsınız" Böyle bir hüzünlü son değil elbet isteğim ama benimde sanırım bu okula, bu kuruma bir gönül bağım var. 5,10 derken 2014 yılında 15.yıl plaketimi aldım.
Bu sene kurumda 18. yılımı çalışıyorum.
![]() |
10.yıl plaketim - 2009 |
![]() |
15.yıl plaketim - 2014 |
Her sınıfta, her koridorda her köşesinde
anılarım var. Karanlıkta bile nerede olduğumu bilirim. Çok kişi sordu hayatımda “O kadar iyi okulları bitirmişsin niye
öğretmenlik yapıyorsun?” diye. Ben başka hiçbir meslekte mutlu olamazdım.Branş
konusunda belki güzel sanatlara veya edebiyata yönelirdim ama mutlaka
öğretmen olurdum.Bazıları için korkulan, sevilmeyen, tercih edilmeyen matematik bence resimde görüldüğü kadar renkli. Öğrenciye bu güveni vermek, elinden tutmak, bazen arkasında durmak, hatasını düzeltmek ve yüreklendirmek ise işin sırrı.
Öğrenciye bir şey anlatmak, öğretmek değil önce ruhuna dokunmakta maharet. O göz bebeğinin içini aydınlatabilmek. Başını önüne eğerken kaldırıp hep öyle tutabilmek. Sevmek ve karşılıksız sevilmek. Paylaşmak, paylaştıkça çoğalmak. Ve her gün yeni bir şey öğrenmek, öğretirken öğrenmek...
Öğrenciye bir şey anlatmak, öğretmek değil önce ruhuna dokunmakta maharet. O göz bebeğinin içini aydınlatabilmek. Başını önüne eğerken kaldırıp hep öyle tutabilmek. Sevmek ve karşılıksız sevilmek. Paylaşmak, paylaştıkça çoğalmak. Ve her gün yeni bir şey öğrenmek, öğretirken öğrenmek...
Takipçinim Feyzacığım
YanıtlaSilben de senin canım :)
SilDevamını bekliyoruz Feyza Hocam...👏🏻💐
YanıtlaSilİnşallah Benan hanım, çok teşekkürler.
SilHarika bir yazı olmuş hocam!!! Tebrik ediyorum bu güzel paylaşım için! :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim Yelizcim. Sevgiler
SilThat was beautiful, Feyza. It was a wonderful topic for a first post on your blog. I am so pleased that you shared your memories with us. You wrote so well that I felt like I was there with you. I am looking forward to your next post.
YanıtlaSilThank you Aisha, I'll try to do my best for the coming ones ;)
SilNasıl güzel nasıl duygu dolu ����Öğret-men olabilmek de derinlik meselesi, duygu derinliği olmadan küçücük yüreklere nasıl dokunur ki insan? Bilgiyle savaşmayı değil barışmayı, biliyorum dediği yerde durup düşünüp yeniden başlamayı, ders zili çaldığında koşa koşa sınıfta hazır olmayı, öğretmeni üzülmesin acaba nerede eksik bıraktım demesin diye daha fazla çabalayıp bir soru daha çözebilmesini sağlamayı nasıl öğretir ki insan. Sizin gibi öğretmenler idealistler öyle az ki Feyza Hocam emeğinize yüreğinize sağlık, nice öğretim yıllarınız olsun kucak dolusu sevgiler ❤️❤️
YanıtlaSil