"Çocuklarınızı terbiye etmeye çalışmayın, onlar nasıl olsa size benzeyeceklerdir; 'KENDİNİZİ TERBİYE EDİN YETER!...' İbn Haldun
Öğretmen kimliğimin 26.yılını tamamlamaya doğru yaklaştığım bu bahar günlerinde bir başka telaş vardı üzerimde bir süredir. 2016 yılı sonrası yeniden raflarda yerini alan "ALTI KERE SEKİZ" isimli çocuk kitabımı bağlı olduğum yayınevinin planlamış olduğu bir etkinlikle, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda #bukitapsenin, #kitabınıpaylaş etiketleriyle halka açık bir mekana bırakacaktım. Günler öncesinden bu sürpriz yerin neresi olabileceği hakkında düşündüm durdum. Günlük yürüyüşlerimde çaktırmadan mekan kovaladım.
Bu sabah erkenden kalktım. Hava aksi gibi kapalı, gri bulutlar ile kaplı. Aklımda sahile yürümek var. Kitabımı denize yakın bir yere bırakmak istiyorum. Yağmur da ha yağdı ha yağacak gibi. Güneş çıksın diye öğlene kadar oyalandım. Bu arada çocuklar da okullarına törene giderler, sonrasında zaten gün onların parklara, bahçelere doluşurlar diye de kendimi rahatlatıyorum. Sürpriz kitaplarımı hazırladım, ilk sayfalarına küçük notlar yazdım.
Öğleden sonra sahile doğru evden çıktım. Aklımda bir kaç sürpriz köşe var, acaba hangisini seçsem diye içimden düşünüp duruyorum. Güneş de açtı, her şey harika olacak. İki kitaptan birini sahildeki dondurmacının külahlarının arasına mı saklasam? Diğerini o çok sevdiğim çılgın ağacın dallarına mı usulca assam? Paten kayan çocukların oralarda bir yer nasıl olur? Epey bir yürümüşüm. Nihayet gözüme sahilde yakın zaman önce düzenlenen ve cumhuriyetimizin 100.yılı kutlamaları adına oluşturulan mekan takıldı.
Platform üzerinde görülen logonun altına kitabımı yerleştirdim. Rüzgardan uçmasın diye üzerine de bir taş bıraktım. Hızlı hızlı oradan uzaklaştım. İkinci kitabımı da yine çok yakında bulunan, mavi pinpon masasının üzerine bıraktım. Sahilde kenarda taşların üstüne oturup 'bakalım ilk önce kitabımı hangi çocuk bulacak?' diye düşünerek gelip geçeni izlemeye koyuldum.
Anne, baba ve sekiz dokuz yaşlarında bir erkek çocuğu sahilde yürüyorlardı. Çocuk, masaya doğru yöneldi. Kitaba şöyle bir baktı. Üzerindeki taşı aldı. Sayfalarını karıştırdı. İçindeki mesajımı okudu mu emin değilim, kitabı bıraktı. Hiç beklemediğim bir manzaraydı. Kendimi tuhaf hissettim. Ben böyle bir sürprizle karşılaşsam kesin çok sevinirdim. O kitap benim ilgi alanımın dışında bile olsa saygı duyar, mutlaka alır ve okurdum. Fikrim değişmemişse bile beğenebileceğini düşündüğüm birine hediye ederdim. Bu şekilde beklemenin doğru olmadığını düşünerek bir süre yürümeye karar verdim. Amacım biraz oyalanmak, sonra da çaktırmadan kitapları kontrol etmekti.
Bir süre sonra dönüşe geçtim. Pinpon masasının üzerinde duran kitabım hala aynı yerde duruyordu. Biraz daha bekledim. Derken yürümekte olan genç bir çift kitabı gördüler. Hemen aldılar. Ortada bir çocuk yoktu. Belki bir yakınlarına vereceklerdir diye düşünerek biraz sevindim. Diğer kitabıma da uğradıktan sonra oradan ayrılacaktım ki sekiz dokuz yaşlarında bir erkek çocuğunun "100STANBUL" panosunun harfleri arasında oynadığını gördüm. Çok geçmeden çocuk kitabı gördü. Ayağıyla üzerindeki taşı yere attı ve kitabımın üzerine bastı. Bir iki tepindi. Yine ayağıyla kitabımın sayfalarını çevirdi. Bulunduğu platformdan yere inerek taşı aldı. En sol başta bulunan İstanbul Büyükşehir Belediyesi yazısının üzerinde bulunan lale figürünün ortasına taş ile vurmaya başladı. O an mı kırıldı yoksa zaten kırık mıydı bilemeyeceğim bir anda kitabımı alıp ışıklı panonun kırık yerinden içine doğru atmaya çalıştı.
Olan biteni uzaktan izlemeye devam eden benim bir anda sinirlerim tepeme çıktı. Bir yandan emeğimin bu şekilde heba olmasına mı üzüleyim, bu etkinlik kapsamında kaç gündür heyecanını içimde yaşadığım ruhuma mı güceneyim, bu çocuğa "kitap sevgisi" verememiş ailesine mi, öğretmenine mi haykırayım bilemedim. Keşke tüm bunları görmemiş olsaydım ve kendi hayal balonumda gökyüzüne doğru salınsaydım.
Platformun biraz arkasında çimlerde oturan bir "baba" modeli yavaş adımlarla çocuğuna doğru ilerledi. Dudak hareketlerinden anladığım kadarıyla taş ile logoya vurmamasını tembihledi. Buna içerleyen çocuk o hınçla kitabımı hunharca savurdu. Havada sayfaları uçuşan kitabım biraz öteye çimenlerin üzerine düştü. "Baba figürü" çocuğunu azarladıktan sonra yine aynı yavaş adımlarla kitabımın yanından geçerek ilerledi. Bir anda onun da kitabımın üzerine ayağı ile basacağını bekledim. Gözünün ucuyla kitaba şöyle bir baktı, yürüdü ve amaçsızca oturduğu "outdoor" koltuğuna yeniden gömüldü. Gördüklerim karşısında şok üstüne şok yaşayan ben, daralan yüreğimle daha da hırpalandım.
Öğretmen sıfatımla "Sen nasıl bir kitabın üzerine ayağınla basarsın?" diyerek koşarak çocuğun yanına gitmek, şu an aklınıza gelen ne varsa hepsini teker teker hem çocuğa hem de asıl çocuğuna bu sevgiyi, kültürü verememiş sözde "eğitimli" babaya haykırmak, hızımı alamayıp kavgamı çocuğun üzerinde hakkı olan eğitimcilere kadar uzatmak niyetindeydim. Ama bu sefer olay farklı bir boyuta ulaşacak, niyet edilen bu güzellik yerle bir olacaktı. Tüm bu senaryolar gözümün önünden bir film şeridi gibi aktı ve ben hızlı adımlarla ilerleyip çimenler üzerine savrularak düşmüş kitabımı alıp çantama koydum, oradan uzaklaştım. Evime doğru yürürken de bu yazıyı içimden yazmaya başladım.
Hikayenin sonuna gelince kitabımı kendi apartmanımda oturan benzer yaşlarda olan çok tatlı bir çocuğun kapısına sürpriz olarak bıraktım. Henüz kendisiyle karşılaşmadık. Umarım mutlu olmuş ve hemen okumuştur.
OKU, BABAN GİBİ EŞEK OLMA!
OKU BABAN GİBİ, EŞEK OLMA!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder